Aşk yazıları, aşka benzemeli. Aşk şiirleri de… Ruhumuza dokunmalı usulca. Son zamanlarda tanımakta zorluk çektiğimiz aşk, aşk olmaktan çıkarılıp sosyal yaşamın tek duygusal kontratı haline getirilerek kurumsallaştırılmaya çalışılıyor. Oysa aşk; sonsuzdan gelen ve sonsuza giden, zamanı ve mekânı olmayan, hiçbir kural tanımayan, sınıflandırılamayacak, öğretilemeyecek tek duygudur. Belirli zamanlarda belirli guruplara veya bireylere önerilerek ideolojik kalıplara sokulamaz. Aşk; ne ehlileştirilebilir, ne sivilleştirilebilir, ne de modernleştirilebilir. Aşkın tarihi ve coğrafyası yoktur. Hissedildiği her an yazılabilir ve yaşanabilir. Yeter ki içinde şiirler olsun. Aşk söylemi her zaman “şiir”i çağırır. Aşıkların aşka ihtiyacı vardır. Aşkların da aşk söylemlerine, aşk söylemlerinin de şiirselliğe…
Şiirin kıvraklığını, sıcaklığını, sürprizlerini taşımalı. Usul usul soymalı ruhumuzu. Korkaklığımızı hatırlatmalı, kendimizi sakınmanın pişmanlığını duyurmalı. Tüketilmiş zamanlarda okşamalı. Bazen buruk da olsa, hafifçe gülümsetmeli, hatırlatmalı, umut vermeli ve hayat vaat etmelidir. Bunun için de ister felsefi, ister lirik olsun, her anlatımda aşk yazılarının ve şiirlerinin satır aralarında gizlediği gizemli “biri“ne ihtiyaç vardır. Bir hayat ürünü, bir suret bile olsa yokluğunda büyü bozulur, aşk; aşksız kalır, yazı veya şiir inandırıcılığını kaybeder.
Aşk yalnızlığın diliydi belki ama…
Aşkın dili, yalnızlığın diliydi belki ama bütün dillerde içi boşaltılmış bir kavram olarak hızla tüketilmektedir. Günümüzde de alabildiğine yalnız bırakılan aşkın tarihçesine baktığımızda ise batı toplumlarında ve özellikle de aşkın şehri Paris’te aşkın yaşanmış, yazılmış, tüketilmiş ve nihayetinde cinselliğin bir moda akımı olarak konuşulmaya başlandığını görüyoruz. Fransız düşünür Roland Barthes, aşkın en fazla terennüm edildiği, aşk edebiyatının en fazla üretildiği ve yaşatıldığı Fransa’da, aşk ve aşk söylemlerinin hayatın kıyısına itilmesinden endişe duyuyordu. Barthes, “Bir Aşk Söyleminden Parçalar“da aşk üzerine yazılmış, söylenmiş ve kendisinde iz bırakmış her metni çağrışımlarla, işaretlerle yeniden oluştururken bir tek amacı vardı: aşkın o eski anlamını ve nasıl bir “tutku” olduğunu hatırlatmak. Evet aşkın dili yalnızlığın diliydi belki ama dün olduğu gibi bugün de aşk, alabildiğine yalnız ve anlamsız görünüyor artık. Çünkü; tükettiği ve posasını çıkarttığı aşk, günümüzde cinselliğin dolaylı bir anlatımı veya ifadesi olarak kullanılıyor.
Gazetelerin üçüncü sayfalarında yer bulan aşk hikayelerinin birbirleriyle benzerlik göstermesi ve aynı sonla bitmiş olmasını aşktan öte cinsellik, kıskançlık, cinnetlik olarak değerlendirebiliriz. Çünkü kadınlar sevgilileri, kocaları ve daha da önemlisi “aşkım” dedikleri partnerleri tarafından kurban edilmektedir. Yani duygusal zayıflığın ve güvensizliğin, dışavurumu olan kaba ve fiziki şiddetin, bir aşk hikâyesi olarak topluma sunulması…
Aşkın tanımı ve tarifi
Aşkın tarihi de tarifi de yoktur ancak göreceli bir kavram olduğundan kişilere göre farklı tanımlanabilir, anlamlar taşıyabilir. Geçmişte olduğu gibi bugünde aşkın, kadın mı yoksa erkek icadı mı olduğu üzerine çeşitli saptamalar yapıldı, yazılar kaleme alındı fakat aşkın duygusu ve enerjisi sanat kadar eskidir. Bazı aşk tefrikalarında yazıldığı gibi aşk; batı kaynaklı ve 250 yıllık bir erkek icadı değildir. Aşkın tarihi, denildiği gibi 200-250 yıl ile sınırlıysa ve batı kaynaklıysa, üç-dört bin yıl kadar yıl önce (bilindiği gibi doğuda metin haline getirilmişti) Tevrât’ta ki “Neşideler Neşidesi / Şiirler Şiiri“nde ki şu dizeler nasıl açıklanabilir?
Beni kendi ağzının öpüşleriyle öpsün,
çünkü okşamaların şaraptan daha iyidir,
kokuca ıtrın ne güzel..
Ya da,
Çünkü aşk hastasıyım ben,
sol eli başımın altında olsun,
sağı da beni kucaklasın…
Örnekler çoğaltılabilir ancak yukarıda örneklerini verdiğim dizelerdeki gibi aşkın yakın tarihli, batı kaynaklı erkek icadı olduğunu kabul edersek aşk şiirleri yazan kadın şairlerimizi nasıl reddedeceğiz? Peki, dört-beş bin yıl kadar önce yazılan “Tanrıça İştarın Gılgameş’e Aşkını Bildirmesi”nin (rahibeler tarafından kaleme alınan) şu dizeleri nasıl izah edilebilir?
Gel gılgameş benim sevgilim ol,
aşkını sun bana armağan gibi,
benim erkeğim ol, ben de senin kadının,
koşum takımı lacivert taşından,
ve altından bir araba yaptıracağım senin için…
Aşk yoksa, aşk olsun!
Bundan 2700 yıl önce, bugünkü adıyla Midilli‘de yaşayan;“Hiç uyarmadan kasırga/ nasıl sökerse meşeleri kökünden/ öyle sarsıyor yüreğimi aşk” diyen kadın şair Sappho, 2400 yıl kadar önce “Bana kendin gel birleşeceğiz/ ve birbirimizin kollarına düşeceğiz/ tanrılar şaşırmayacaktır/ çünkü onları biz yarattık” diyen, dünyanın ilk çıplak heykeli Knidos Afrodit‘ine modellik yapan Phryne… Yakın tarihlere bir göz atacak olursak Elizabeth Brownıng, Emily Dickinson, Sylivia Plath, Ingeborg Bachmann, Anna Ahmatova, Grete Tartler… Bizden; Rabia Hatun, Şair Nigâr, Şukûfe Nihal, Lale Müldür ve Gülten Akın yeterli örneği oluştururlar sanırım. Hatırlanacak olursa bereketi, doğurganlığı ve aşkı temsil eden, dokuz bin yıl öncesine ait “Ana Tanrıça” kültü Çatalhöyük’te bulunmuştu. Dünyanın en eski tanrısının bir tanrıça olması bile tek başına aşk ve kadın ilişkisini en eski tarihlere taşımıyor mu sizce?
Kendi öz dilinde yazılmış aşk destanları olmayan bir toplumda, aşka dair yazılardan şiirsel tatlar almak zordur. Kaldı ki; duyguların en yoğun ve özgürce dışavurumu olan şiir, kaymağını aşktan almıyor mu? Öyleyse aşkın doğuşunun, kadın-erkek ilişkisine dayandığını söylemek pekte yanlış bir saptama olmayacaktır. O halde tek mantıklı açıklaması da; kadınların da erkeklerinde aşkın icadı olmalarıdır.
Evet, ne demiştik? Aşk; ruhumuza dokunmalı…Usul usul soymalı. Sıcaklığını, kıvraklığını, sürprizlerini taşımalı. Aşk şiirleri hissedildiği her an yazılmalı, önermesiz ve göndermesiz. Tıpkı aşk gibi hayal gücümüze seslenmeli. Aklın var olmadığı tek alanın aşk olduğu unutulmamalıdır, tıpkı Antonie Bret‘in dediği gibi; “Aşkın gelişi, aklın gidişidir” Şimdiki zamanlarda ucuzlaştırılmış ve basitleştirilmiş bir kavrama sokulmaya çalışılsa da yaşanabilir, özümsenebilir bir aşkı bulana aşkolsun!
Veysel Boğatepe