Doğada tüm oluşum yasalar üzerine işler. Ancak canlılarla ilgili yasalarda dâhil, doğada adalet kaygısı ve hakkaniyet yoktur. Tüm oluş ve sonuçlar hak etme üzerinedir, hak eden ayakta kalır. Eğer bir canlı yaşıyorsa, ayaktaysa hak etmiştir. Ne aslanın üstünlüğü ne de ceylanın zayıflığı doğanın kararı, planı değil, bu canlı türlerinin kendi şartlarındaki biyolojik gelişimlerinin sonucudur. Canlılardaki bu gelişmelerde bir amaç, bir kasıt olmadığı için haksızlık yoktur. Güçlü olan zayıfı yer ya da alt eder yasası işler. Ancak bu yasa insan türünde çok farklılaşmıştır. Örneğin yönetici, amir, patron gibi üst statüde biri yemek yerken, fizik olarak ondan çok güçlü, adeta sırım gibi korumalar, karnı aç da olsa üstlerinin güvenliği için onların arkasında bekler. İşte bu görüntü doğada olmaz. Güçlü olan aç ise zayıfın elinden yiyeceği almak için saldırır ve de alır
Öyleyse ilkel dönemlerde tıpkı diğer canlılar gibi olan insan türünde, ne olmuş, nasıl olmuş da böylesine farklı bir davranış şekli oluşmuştur? Bu konuyla ilgili önce Max Planck Enstitüsü Evrimsel Antropoloji bölüm başkanı Michael Tomasello’un kitaplarından çok kısa bilgiler aktarayım:
HAKKANİYET AHLAKI
Yüz binlerce yıl önce insan türü ekolojik nedenlerle aç kalma tehlikesiyle karşılaştı için başkalarıyla işbirliği yaparak hayatta kalabildi. Böylece taraflar kendi iyilikleri için, diğerlerinin de iyiliğini istemeyi, öğrendi ve psikolojik bir duygudaşlık gelişti. Karşılıklı olarak haklarına saygı ve sorumluluğa dikkat oluştu. Bir süre sonra bu ikili işbirliği, başlangıçta tekil şahıs “ben” olan bireyi, çoğul şahıs “biz” şekline dönüştürdü. Yani daha önceki “yiyecek bulmalıyım düşüncesi, yiyecek bulmalıyız” şekline dönüştü. Grupta sayı giderek artınca karşılıklı işbirliğinden “ortak maksatlılığa” geçildi. İşbirliği iletişime zorladı, iletişim de dilleri oluşturdu. Ortaklaşa yapılacak işler için “bu iş böyle yapılır, biz bu işi böyle yaparız” şeklinde modeller kalıplar şemalar düzenlendi. Böylece ortak davranış normları, fikirler, uygulama şekilleri, kültürleri meydana getirdi. Özetle küçük ölçekli başlayan “biz” grubu büyüyerek “kamu” ya dönüştü. Durum böyle olunca da insanlar daha geniş kapsamlı ve herkesin uyabilmesi için hakkaniyete dayalı kurallar, yasalar, yaptırımlar düzenlediler. Böylece bugün adına medeniyet dediğimiz sistemi başlattılar. Tomasello bu durumu şöyle özetliyor.
“Sen, ben formülü, ilk insanların hakkaniyet ahlakının altında yatan temel bilişsel kavrayışı temsil etmektedir. Bu kavrayış, iş birliği sürecinde kendi, öteki denkliğinin kabulüne yol açtı. Bir tür tarafsız duruşun zeminini hazırladı ve bu duruş, bir hakkaniyet ahlakının doğmasında temel niteliği oldu.” Michael Tomasello. (İnsan Ahlakının Doğal Tarihi S. 98-100)
Kitleler büyüyünce ortak yaşayabilmek için kendilerine göre oluşturdukları doğru ve yanlış değerleri tespit ederek onları yasalara bağladılar. Bu yasaların denetleyecek hakem rolü üstlenen tarafsız kişiler yetkilendirdiler. Böylece adalet sistemi denilen herkesin kabul ettiği meşru bir yapı oluşturuldu. Yasaları ihlal edenlere karşı bu tarafsız kurumlar tarafından yaptırımlar uygulama dönemi başladı
Bu yöntemle güçlünün daima kazanacağı ilkel durum değişmiş, toplumdaki her bireyin can ve mal güvenliği eşit olarak sağlandığı bir yapıya dönüştü. Bu da toplumun indinde adalet sistemini yüceltilip kutsal, dokunulmaz biricik kurum haline getirdi. “Adalet mülkün temelidir, Şeriatın kestiği parmak acımaz” gibi özlü sözlerin temelinde insanların genlerine işlenmiş hakkaniyet psikolojisi yatar.
Bir yaş civarındaki bebekler ve maymun grupları arasında yapılan çok sayıda ve çeşitli deneyler gösteriyor ki, insanın hakkaniyet duygusu ve adalet talebi yüzbinlerce yıl öncesine dayanan hem sosyolojik hem de psikolojik olarak oluşmuş bir sonuçtur. Hakkaniyet duygusu doğuştan bilince yerleşmiştir. Buna şöyle bir örnek vereyim. Dört kişilik bir gruba yüz lira verip “bunu aranızda paylaşın” deseniz, gruptan hiçbirisi kendisine kaç lira verileceğini sormaz, merak da etmez. Çünkü yüz liranın dörtte bir yirmi beş liradır. Dolayısıyla parayı dağıtacak olan da dâhil herkes adam başı yirmi beş lira düştüğünü bilir. Bu meblağ beklentisi otomatikman oluşur. Benzer birçok deneyde, insandaki hakkaniyet ve eşitlik beklentisinin doğuştan var olduğu kanıtlanmıştır. Bu konuda çok enteresan ayrıntılar vardır. Zira normlar, kurallar, yüzbinlerce yılda oluşmuştur.
HAKKANİYET VE KUR’AN
Müslüman dünyasının kaynak kitabı Kur’an’da adalet konusuna “hakkaniyet” ekseninde yaklaşır. Kur’an hiçbir yönetim şekli vermez. Ama her türlü yönetimde ısrarla, “Muhakkak” diye başlayarak mutlak adaleti şart koşar NİSA- 135. MAİDE-8 Ayetlerinde adaletten sorumlu kişinin kendisi dâhil en yakınlarını sıralar ve “aleyhinize de olsa” diyerek mutlak adil olmalarını emreder. NİSA-58 de “Emaneti ehline verin” diyerek yine hakkaniyeti esas alır. Kuran’ın hiçbir yerinde “Yasalara göre hükmedin.” ifadesi yoktur. Güçlü olan, yasaları kendi menfaatine göre yapabilir diye. “Hak üzere hükmedin.” ifadeleri vardır.
Daha önceleri bu ayetleri okuduğumda bende herkes gibi yaratıcının kesin emirleri olarak düşünürdüm. Fakat yukarıda verdiğim insanın fıtratına ilişkin bilimsel verileri de dikkate alarak yani aklı devreye sokarak okuyunca aslında ayetlerin adalet ve hakkaniyet konusundaki hassasiyetinin, yalnızca bir emir olmadığını gördüm. Gerçekte bu ayetler, yaratıcının kendi programladığı insanla ilgili bir sistem bilgisidir. Tabiri caizse “Aman dikkat! Adaleti sulandırmayın, ihlal etmeyin yoksa mahvolursunuz” şeklinde teknik bir uyarıdır. Tıpkı yüksek elektrik voltajı bulunan alanlarda asılan “Dikkat ölüm tehlikesi var” yazılı uyarı levhaları gibidir. Bu bağlamda ister yönetici olun, ister yönetilen olun, ister zengin veya yoksul birey olun fark etmez. Kur’an, ayırımsız adalet ister hüküm budur.
Sosyolojik bilimlere göre Hakkaniyetsiz yasalar veya yaptırımların uygulanmasındaki sulandırmalar, savsaklamalar caydırıcılığını yitirir. Suç eğilimli insanları suça cesaretlendirir ve suçun tıpkı virüs gibi sirayet etmesine zemin hazırlar. Örnek olarak, ülkemizde, son yıllarda kadına şiddet suçunun katlanarak artmasının en önemli nedeni de bu durumdur.
Bu yüzden milletin, hatta insanlığın bekasında en büyük tehdit adaletsizliktir. Adaletin kendinde veya uygulamada hakkaniyetin olmadığı, yetersiz olduğu toplumlarda hiç kimse güven içinde yaşayamaz Dolayısıyla İster Tanrı’ya inanın, ister evrime inanın sonuç değişmez. İlahi ya da doğa, insan türünün huzur ve güven içinde yaşayabilmesi için oluşmuş yasa böyledir.
Mustafa Günen