Marks’ın yabancılaşma kavramını en ideal tanımı ile ele almak yerine, bu kavramın ifade ettiği ama pek az dillendirilen biçimi ile konuyu izah etmek istiyorum.
En basit anlamı ile yabancılaştırılmış – yabancılaşmış ve yabancılaşma, yapılan işin tüm getirisinin yani emeğin tümünün bir yabancıya bırakılmasıdır. Kısaca emek üretene değil emeği biriktirene yani yabancıya aittir. Emek, yabancı tarafından belirlenen çerçevede üretilir ve tüketimi ise artı değer sağlayan sermayenin akümülatif birikimi ile sağlanır. İş işçinin değil, kapitalindir. Daha açık bir deyimle; yabancılaşma bir duygu meselesi veya elen- hazin bir durum değildir. Daha çok ekonomik üretim süreçlerinin sonucu olarak yabancılaşma, doğal değil ama kültürel, hukuk ve ekonomik üretimin konsantre olduğu özel mülkiyetin karakteristik yapısının bir sonucudur.
Emeğin yabancı biri tarafından belirlenmesi demek emeğin karşılığını ve neticesinde hükmedilebilmesi için bir yabancının belirlemesi demektir. Bu içerikte olan üretim biçimi dolaylı rol oynayıp, ama aslında hukuken tam belirleyici rol alması ile ’emek’in üretene nesnel olarak yabancılaşmış olarak görünmesi bir problem, hatta bir dram olarak yansınmasına sebep olmaktadır. Yabancı ile vuku bulan bu süreç yabancılaşmaya ya da kişinin nesneye karşı yabancılaşmasına yol açmaktadır. Bir bakıma oluşan nesnenin kullanım değerinden çok, artı değerde ki yeri ve rolünün yabancı tarafından belirlenmesi meselesidir.
Güncel ve genel olarak yabancılaşan sadece emek’in kendisi değil, aynı zamanda cinsel hayatın kendisi de yabancılaşmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Özel mülkiyetin hukuki koşullarında yapılan evliliklere bir gözlem ile şu sonuca rahatlıkla varabiliriz: Evlilikte beklenen, yabacılaşmayı ortadan kaldırmak bir amaç olarak görünse de emek sözleşmesi ile cinsellik sözleşmesi aynı paralelde oluşturulan ‘mal-ım‘ sözleşmesini kültürel yobazlığın belirlediği cinsel objenin belirlenmesine yol açarak, bir yabancılaşma sürecinin sözleşmesi olarak emek ve cinsellik yabancılaşmaktadır ve monotonlaşmaktadır.
Cinsellik bir zorunluluk ve görev olarak faaliyet gösteriminde ise bu kişiden bağımsız ve kişinin oluşum sebeplerini ortadan kaldıran, kadını ve erkeği metalaştıran malzemeler olarak görmek pek doğal gelse de fatal-vahim sonuçları olan bu meselenin şiddetsiz geçmesini beklemek pek absurd olsa gerek…
Marksizm, her türlü yabancı tahakküme karşıdır ve yabancılaştırılan kadını kadınlıktan çıkaran erkeği adamlıktan atan bu tahakküm sistemine karşı her türlü demokratik eylem meşrudur ve hukukidir. Zira cinsel olgu özgür ve ötekinin salt arzusuna göre şekillenen bir olgu değildir. Her iki tarafın gerçek ve hakiki duyguları ile gelişen özgürce sevginin ifade edildiği devrimci bir eylemdir. Hiç kimse diğerinin malı değildir ve onun için de doğmamıştır. Sevmek, mal olunca değil, insan, kadın ve erkek olunca mümkündür.
İşte tam da bu bağlamda Marksizm, Psikanalizle buluşmaktadır:
Çünkü psikanaliz, haz ilkesinin doyuma ulaşabilmesi için cinselliğin tahakkümünü elinde bulunduran patriat=ataerkil egemenliğinin ortadan kaldırılmasını öngörmektedir. Bir bakıma Üst-Ben’in ahlak anlayışını sorgulamayan bir insan kendisi olamaz ve kendini yaratamaz. Üst-Ben bir yabancı tahakkümün bir türüdür. Bu türden bir ahlak anlayışı türsel insanın erkek biçimini de özgür kılmaz.
Psikanaliz; egemen kapitalist anlayış karşısında maalesef ve adeta kapitülasyonlara imza atarak bugün itibari ile devrimci rolünden vazgeçmiştir. Yabancılaşmayı azaltacak ve dengeli bir seviyeye çekmek için psikanalize müthiş ihtiyaç duyulmaktadır.
Psikanaliz; kendini, çevresini ve dünyayı tanımak için bize-insana fevkalade önemli zeminler sunmaktadır: onun devrimcileştirilmesi, bireylerin özgür ve bağımsız düşünüp sorgulama eyleminden geçtiğini öncelikle vurgulamak isterim.
Her türlü yabancı tahakküm anlayışı ve dikte edilen her tür tutum ve düşünce tarihin çöplüğüne atılması psikanalizin temel alan ve sorumluluğundadır.
Uzm. Psikoterapist Eğitmen Şükrü Alkan