“Bilim ve Ütopya” dergisinin kapak sayfasında yer alan “Cansızlıktan Canlılığa Evrim” konulu seminerinde konuşmacı olarak bulundum. Öncelikle tabii bilimlerin en esrarengiz sorusu hep şu olmuştur: ‘Uzay nasıl meydana geldi?’ Biz canlıların, canlı hayatı sürdürenler olarak bu gizemli veya mistifikasyon oluşturan soruya kesin yanıt verme girişimi bir merak ve araştırma konusu olarak sürekli bir tazelik arz edecektir.
Evrenin oluşması ve gelişim süreci bizim açımızdan hayret verici olmaya devam edecektir. Modern teknik, astrobiyologlar ve astrofizikçiler uzayın oluşum sebeplerini araştırırlarken, esasen cansızlık ile canlılık arasında kalan ince çizginin ne olduğu üzerinde daha çok kafa yormaktalar. İlk patlamanın ardından oluşan yoğunca yıldırım tarzında yağan büyük ölçekli meteor yağmurlarından sonra Evrenin oluşum sürecinde yerküremiz olan dünyanın oluşabilmesi için milyarlarca yılın geçmesi gerekiyordu. Ancak organik olmayan düzeyin oluşumu bundan 13.7 milyar önce başladığı ve güneş ve sisteminin oluşumu ise 9 milyar yıl öncesine tekabül etmektedir. Dünyamız ise 4,54 milyar (4540 milyon) yaşında bir gök cismidir. Dünyamızdan kopan Ay’ın ise 4,51 milyar yaşında olduğu kabul edilmektedir.
Zamanın acımasızlığına karşı direnen insanın bu merakı elbette sürmeye devam edecek. Dünyanın oluşumundan 60 milyon yıl sonra ise canlı hayatın ilk ata hücrenin oluşma evresi başlamış ve tüm hücrelerin atası olan en ilkel hücre olan “proto hücre’ oluşmuş. İlkel hücre olduğuna bakmayın, zira bir çok formda varlığını sürdürerek bugünkü canlı hayata zemin ve temel oluşturmuştur. Bu açıdan her molekül proto hücre olmaya adaydır. Bu yeti içinde canlılık yeni ivmeler kazanır. Yani madde depolama , metabolizma ve çoğalma olaylarının hepsi yaşamın başlangıcı ile eş zamanlı olarak başladığını vurgulayabiliriz.
Bilim adamları şu soruyu sormaktadırlar: ‘Bu bahsedilen evrenin oluşum süreci terse bir dönüş sağlar mı?’ Eğer terse dönüş olursa her şey yeniden uçsuz bucaksız bir gelişin ardında dünyanın varlığı “OLMAK -OLUŞMAK ve ERİYİP YENİDEN VAR OLMAK” gibi bir sürecin içinde genişleyen bir evrenin esrarengiz ve hayret verici gelişimini bile göremeyebiliriz. Yaşamın dünya üzerinde bir gün yok olacağını tahmin eden bilim adamları dünya üzerindeki yaşamı mümkün kılan güneş ve ışınları ile onun ulaştırdığı sıcaklık ise gittikçe azalacak. Yaklaşık ömrünü 5,5 milyarda tamamlayacak olan güneş, söndüğünde dünya üzerindeki yaşam da sönecek. Karamsar bir görüntü versem de biz insan ve canlılar olarak yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz. İdeal ve hayallerimizin ötesinde rüyalarımız ve sevdiklerimiz var. Sevdikçe var olacağız ve ürettikçe varlığımızı her an yeniden fark edeceğiz. Biz bir ışık hızında aşık olan canlıyız. Ama ışık hızından bahsetmişken bir ışık yılı içinde var olanın evrenin içinde (Bir ışık yılı 9.500 milyar km.) uzağa yani sevdiklerimize yüklediğimiz söylem ve anlamları ışığımız aracılığı ile enerji ileten canlı varlık olarak fiziğin ve doğanın bir parçasıyız.
Cansızlıktan canlılığa olan evrim gizemli de olsa biz felsefeye göz atarak yaşamın tanımını yapabiliriz. Aristo, organik süreçleri doğanın kategorileri ile açıklarken yaşamın kendisi “bir doğadır” derdi; “Her şey doğa ve fiziktir” Kendisi ilke başlayan değişim ve oluşum insan tarafından nesneleşmesiyle rasyonel dünyanın kavranışı olarak tanımlamak Aristo’ya göre “doğa her şeydir “ ifadesi veya belirlemesi, insan içinde var olan doğanın da insanın özü biçiminde vuku bulduğunu söyleyebiliriz .
Evet, insan canlı hayatın bir parçası ve hayatı oluşturan kimyasal sistemin içindedir ve ondan ayırt edilemez. Hayatsızlık bir cansızlıksa eğer, hayatın tanımı bizim koyduğumuz çerçevenin biraz daha dışına çıkmayı gerektirir.. Bize canlılık katan demir, çinko vs. gibi bir çok mineral kanımızda canlılığa sebebiyet veriyorsa, demir cansız mı? Metabolizmanın oluşumu için vazgeçilmez olan demirin kanda ki rolünü küçümseyemeyiz. Demir tek başına doğada oksitlenerek başka bir dönüşüm içinde yeni bir minerale dönüşebilmektedir. Doğanın hareket ve değişim hali bir süreklilik olduğuna göre canlılık ile cansızlık hakikaten bir ince çizgi üzerindedir.
Yine biz insan ve canlı hayat için ışık olmaksızın canlı kalabilmemiz mümkün değildir. Zira ondan da “D” vitamini alıyoruz. Işığı güneşten alıp, güneşle kontak halinde olmak bizim evrenle direk iletişim kurmamıza neden olmaktadır. Ancak insanlararası ve hatta tüm canlılar arası iletişimin bir diğer vazgeçilmezi ‘eros’ yani sevgi- aşk ışığı olmadan yaşayamayacağıdır. İnsandan insana ulaşan ışık sevgidir; bu da gözden göze ulaşan ve akan bir enerjidir. Bu kesilirse yerine öfke ve nefret girer. Sevgi ve güneş ışığını dengeli olarak almak demek üretmek ve var olmak demektir. O halde ölsek de ‘ışıklar içinde uyu’ deriz insana. Çünkü ölen varlık ile ölmemiş canlının atom sayısında bir azalma ve artış yok; bu atomlar toprakla karışmış hali ile güneşten aldığı ışık ile yeniden fotosentez ve fotodisasiyona uğrayarak canlı hayatın bir parçası olmaya devam etmektedirler. Bir bakıma ölmek ile var olmak doğanın bir iç yasası olarak işlevsel olmaktadır. Canlılığa can katan yaşam için her canlı var ve yok içinde bir dönüşüm meselesine tekabül etmektedir.
Uzm. Psikoterapist Eğitmen Şükrü Alkan
Doğanın döngüsüne ve sevgi gerçeğine bilimsel ama yine de tinsellikle ters düşmemeyi başaran – toparlayıcı ve birleştirici bir bakış açısı! Bu yönüyle çok daha değerli…. yüreğinize sağlık hocam.