Var olmak anın güzelliğini görmektir; yaşamak ise o anın tadını şükürle çıkarmaktır.
Belki de insanlığın yaptığı en büyük hatadır sürekli olarak “ne olacak, nasıl olacak” diye düşünmek. Medenileşmek, gelişmek, ilerlemek uğruna, yaradılışın bir parçası olmak yerine sistemin kölesi haline geldik. Ruhumuzu unutmuş, ezberci zihinlere dönüştük. Her şeyi maddeden ibaret sanıp, egomuzu diplomalarla, bedenimizi markalarla, varlığımızı parayla süsledik. Kalbimize, hayallerimize, asıl amaçlarımıza perdeleri çektik. Sahi, neydi “amaç”? Durup bir an bile düşünmedik. “Normal” adı altında kalıplar geliştirdik ve uymayanı reddettik, ötekileştirdik. Alanımızı, algılarımızı gitgide daralttık. E amaç gelişmek değil miydi? Kendi yarattığımız sistemin ironisinde boğulduk; yani kendi kuyumuzu kendimiz kazdık. Şimdi de kurtulmak için gelecekten başka bir şeyi düşünemez olduk. Anda kaybolduk. “İyi diyelim iyi olsun” en favori cümlemiz oldu.
Sahi, neydi “iyi”? Unuttuk. Biz birçok şeyi unuttuk; en başta kendimizi, sevgiyi hatta kendimizi sevmeyi bile unuttuk. Sonra başkalarını sevmekten de korkar olduk. Gözün görmediğini yok saydık, daha doğrusu yok sandık. Güvende olmak adına bencilleştik çünkü artık olay sadece hayatta kalmaktı. Anlamlar kalkmıştı, yok olmuştu. Bir deri bir kemik kalmıştık işte sonunda; bir hayli de sevgisiz.
Sürekli bir şeylerin peşinde koştuk. Zorla oldurmaya çalıştık. Zorla güzellik olmayacağını da unutmuştuk. Prestij en önemlisiydi çünkü ve zafere giden her yol mübahtı… İyilikten maraz doğar diyerek umursamazlığa yöneldik; bana dokunmayan yılan bin yaşasın! Böylece başladık karanlığı beslemeye. Alaca karanlığa bürününce köklerimiz sevgisiz, cansız kaldı. İçimizde korkuları, kaygıları büyüttük durduk. Bir şeyler yanlıştı içten içe… Hep bildik ama kendi yarattığımız gerçekliğe dil de uzatamaz olduk. Düzen böyle yapacak bir şey yok. Kurtaracak birisi lazımdı. Sen soktun sen çıkar Ya Rab! Ancak ilahi bir dokunuş lazım. Elimizi taşın altına koymayı da unutmuştuk, Zaten alnımızda yazılanın ötesi de yoktu. Dolayısıyla sormaya, anlamaya, kafa yormaya da gerek yoktu. Teslimiyet dedikleri gerçekten bu muydu? Yoksa bu korkudan gelen çaresizlik miydi? Sorulacak daha bir sürü soru vardı aslında. Değişim için heyecanlanan bir sürü ruh ama kendini görmez olmuştu. İşte bu gözler Yaratıcı’nın eşsiz ve kıymetli parçası… Halbuki bütün cevaplar insanın kendi içinde ama biz ne olduğumuzu da unuttuk.
Doğanın bir parçası olmayı unuttuk. Onun bize sunduğu güzellikleri, mucizeleri göremez hale geldik. Teknoloji ve modernleşme adı altında beton yığınlarının içinde sıkışıp kaldık. Doğadan, topraktan, ağaçlardan kopup, onların sesini unuttuk. Şehirlerin gürültüsünde, kalabalıkların içinde yalnızlaştık. Kendimize ve birbirimize yabancılaştık.
Sevgi ve şefkat yerine, başarı ve güç peşinde koşmayı tercih ettik. İnsan olmanın, insanca yaşamanın değerini unuttuk. Hep daha fazlasını isterken, elimizdekilerin kıymetini bilemedik. Paylaşmayı, yardımlaşmayı, birlikte olmanın güzelliğini unuttuk. Bencilleştik, yalnızlaştık, mutsuzlaştık.
Şimdi geçmişe dönüp baktığımızda, ne kadar çok şeyi unuttuğumuzu görüyoruz. Oysa hayat, anı yaşamak ve o anın güzelliklerini görebilmekle anlam kazanır. Var olmanın, şükretmenin ve sevebilmenin değeri hiçbir şeyle ölçülemez. Ancak bunu fark ettiğimizde gerçekten yaşamaya başlarız.
Ne diyelim o zaman; hepimize geçmiş olsun. Umut edelim ki bir gün herkes hakikat yolunu bulsun. Gerçek anlamda yaşamayı, sevmeyi ve şükretmeyi hatırlayalım. Kendimize, birbirimize ve doğaya yeniden bağlanalım. İçimizdeki sevgiyi, şefkati ve huzuru keşfedelim. Geleceği düşünmek yerine, anı yaşayalım ve o anın tadını çıkaralım.
Umutla ve hatırlamak dilekleriyle.
Burçin Bozkan