Kalabalıkların arasında ilerlerken başımı ayaklarıma sabitleyip, adımlarımı ne kadar küçültebilirsem o kadar ilerleyebiliyorum.
Yanımdan geçenlerin koltukaltı kıllarının keskin kokusu, kimi zaman bu kokuyu bastıran çiçeksi, kadınsı, fazlasıyla çekici parfüm kokularına karışıyor. Ama yine de başımı kaldırmak istemiyorum. Kimsenin yüzüne bakmamak, sanki beni günahlardan koruyor. Her şey o kadar estetik ki bunu fark etmek içimdeki şeytanı harekete geçiriyor.
Bakmıyorum, kimsenin de bana bakmasını istemiyorum. Jean-Paul Sartre‘nin Bulantı’da “Varoluş fazladan gelen bir şey, gereksiz bir yük” dediği an tam da şu an hissettiğim duyguya demir atıyor. Var olduğunu sanmanın en büyük yanılsamasında kaybolmak istemiyorum.
İnsanların yüzlerinden kaçmak ya da yüzümü onlardan kaçırmak arasında sıkışmış durumdayım. Bir güç beni adımlarıma bakmaya zorluyor; ayak parmaklarımda zihnimi görüyorum. Belki de bu yüzden ayaklarımı çok seviyorum. Bir tek onlara hükmedebiliyorum. Bu, hepimizin gerçeği ve bence en anlamlısı. Onları senden başka kimse yönetemez, kimse varacağı noktaya karar veremez. Eğer bu gücü kavrayabilirsen, elinde elma şekeriyle kimse seni kandıramaz. Zaten o şeker seninse, ısıracak olan sensindir o yasaklı elmayı. Kanmışlık, yaşanmışlıkların en büyük yalanıdır. Ayaklarının gücünü fark edebilirsen eğer, suçlayamazsın o adamı, şu kadını, ananı, babanı…
Zihnini beyninde sananlar, biraz aşağılara baksalar mı artık?
Yoksa bir şişe şarap içmeden kimse sevemeyecek mi bir kadını?
Ya da prenses gibi sevilmek isteyen kadınlar hiçbir zaman öğrenemeyecek mi prenseslerin yemek yapmadığını?
Elif Doruk